3 Eylül 2007 Pazartesi

Kilise ve Adnan Oktar Elele

Sayelerinde Türkiye de Hurafeler Bilimin Önünde ..
Bilim alanında bu gelişmeler yaşanırken ülkemizde de bilime karşı hurafe temsilcileri bıkmadan gerici faaliyetlerini sürdürmeye devam etmektedirler.
Evrenin/Dünyanın/İnsanın oluşumu üzerine yazılan çizilen hurafeler, ilk günkü tazeliği ile sıkı ve radikal bir tarzda savunulmaya devam ediliyor. Öyle ki; bir sinek fosilinden yola çıkan yaratılışçılar, “büyük buluşlar ve zengin bilimsel bakış açılarıyla”, evrim teorisine karşı anti tezler üretmenin komedyasında, başrolü kimseye kaptırmayacaklar gibi. Şaşılası değil. Zira, 21. yüzyılda bir Başbakanın, sorunları ulemaya havale edebildiği bir ülkede yaşıyoruz. Ve bu anlayışla sinek fosilinden yola çıkan “bilimsel” buluşların, tabi ki yaratılış için, ilk veri olarak kullanılabilmesi bizi şaşırtmıyor. Örneğin uzun yıllardır Evrim Teorisine karşıtlığı ile tanınan ve bu anlamda tüm yaratılışçı kesimlerin büyük olanaklarla desteklediği/projelerine kapı açtığı, (Medya, Belediyeler, Üniversiteler vb gibi) Harun Yahya grubu, ellerindeki çeşitli fosil bulgularla Darwinizm’e karşı savaşımını sürdürüyor. Bu anlayışla Beyoğlu Tünel vb. gibi yerlerde sergiledikleri, yaklaşık 150 milyon yıllık Levrek balığı ve Sinek’ten oluşan fosil bulguları, büyük nimetlermişçesine “halkı bilgilendirmek” adına kullanırlarken, en az bir komedi filminde alınan tat kadar bir zevk verebiliyorlar izleyicilerine. Gerekçeleri ve dayanakları, dünyanın oluşumundan bugüne kadar, insanoğlunun ve bütün canlıların, evrim geçirmeden günümüze kadar geldiklerine dair kanıtları sergilemek. İddiaları ise, “bakınız 150 milyon yıl önce yaşayan bir sinek; Bu sinek, 150 milyon yıl önce de sinekti, bugünde sinek.” mantığı ile büyük sorulara büyük açılımlar getirmiş olmak!
Harun Yahya ve grubunun öne sürdükleri evrim karşıtı bu çalışmalar, aslında bilimsellikten ne kadar uzakta olduklarının kanıtlarını açıkça ortaya koymaktadır. Yaratılışçıların öne sürdükleri bu bulgular hurafelere inanan kesimlerin aksine, yine bilimden yana olan ve evrimin gerçekliğini kanıtlamaya çalışan beyinlerin bulgularıdır. Bu bağlamda evrime karşıt olarak gördükleri bulgular, bırakalım evrim teorisine karşıt olmayı, aksine evrimi destekleyen nitelikteki bulgulardır. Öyle ki hiçbir bilim insanı bu bulguları inkar etmez. Aksine, Yaratılışçılar tarafından, sudan karaya geçişe karşı olarak bir belge niteliğinde sunulan levrek balığı fosili, yine evrimciler ve bilim insanları tarafından bulunmuş ve dünyanın oluşumunu binlerce yılla ifade eden yaratılışçılara 150 milyon yıl öncesinden yaşayan bir canlı örneği olarak sunulması itibariyle iyi bir kanıt olarak kullanılmıştır. Oysa, İnsanlığın oluşumunu yaklaşık İ.Ö 5000 yıllık bir geçmişe dayandıran yaratılışçılar, ellerindeki 150 milyon yıllık fosile sahip çıkarlarken, içinde bulundukları çelişkinin farkına dahi varamayacak denli bir hırs, karmaşıklık içinde bulunmaktadırlar. Ayrıca bu fosilin yaratılışa bilimsel bir bakış getirdiğini savunurlarken, Homo Sapiens gibi, ya da 1.53 milyon yıl öncesi yaşamış, ilk becerikli insan örneği olan Homo Habilis fosil bulgusuna sahip çıkmamakta ve bu tür bulgulara burun kıvırarak bakmayı yeğlemektedirler.
Gelelim Levrek balığı ve sinekten oluşan fosil bulgularının evrim teorisine karşıt bir örnek olarak sunulmasının yanlışlığına. Birincisi, hiçbir kanıta inanmayan ve bilimsel bütün gelişmeleri inkar eden ve görmezlikten gelen bir anlayışın (yaratılışçılar) bu tür belgelere, bulgulara sarılmaları hayli şaşırtıcıdır. Zira hep inkar ettikleri belgelere, (tanrının işine karışmayın mantığıyla) bu sefer kendileri sarılır durumda kalmışlardır. Oysa bu anlamda Tanrının işine karışmak onlar açısından büyük bir günahtır.
İkinci şaşırtıcı iddiaları ise bu bulguyu evrime karşı, mantıksız ve bilinçsiz bir şekilde savunmak zorunda kalmalarıdır. Evrim teorisini savunan bilim insanları, 150 milyon yılın aksine, sudan karaya geçiş dönemini, en az 350 milyon yıllık bir süre olarak yorumlamaktadırlar. Nitekim bu yorumlar evrim teorisini savunan bilim insanlarının, bugünkü bilimsel bulgularla birlikte yanılmadıklarını da kanıtlamıştır.
Üçüncüsü, Evrimciler hiçbir zaman yaratılışçıların iddia ettikleri gibi 150 milyon yıl öncesinde yaşayan Levrek balığının evrim geçirerek karaya ulaştığını ve Levrek balığının ( ya da sineğin ) neslinin tükendiğine dair bir iddia da bulunmamışlardır. Aksine bu gelişimin Doğal Seçilime bağlı olarak, çeşitli mutasyonlarla oluştuğunu ve bu anlamda yer ve mekan farkının/özelliklerinin es geçilmemesi gerekliliğine dikkati çekmişlerdir. Zira yaratılışçıların bu iddiası bilimsellikten uzak bir iddia olmakla birlikte, bugün denizlerde hiçbir balığın yaşamamasını gerektiren saçma bir düşünceyi/önermeyi de beraberinde getirirdi. Ayrıca, Kapitalist sermayenin kar hırsı ile birlikte gün geçtikçe daha da kirlenen denizlerimizdeki, akarsularımızdaki canlıların, bir bir yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmaları da önemsenmesi ve es geçilememesi gereken bir durumdur. Bu durumda çeşitli çevresel etkileşimler sayesinde bir canlı türünün nasıl ortadan kalkabildiği rahatça bir örnek olarak sunulabilir.
Darwin’in Doğal Seçilim yoluyla açıklamaya çalıştığı bu süreç, aynı zamanda Levrek Balığının bunca süre zarfında nasıl hayatta kalabileceğine dair önermeleri de mantıklı bir şekilde açıklamaktadır. Harun Yahya veya yaratılışçıların genel olarak savundukları, “bakın bu balık 150 Milyon yıldır evrim geçirmemiş” gibi bir mantıkla ( aslında mantıksızlık ) evrim teorisini savunanlara karşı bayrak açmaları, yine Darwin tarafından kuramsal bir hale getirilen Doğal Seçilim ile birlikte şöyle cevaplanmaktadır. Darwin’e göre bu süreç, canlı gruplarının nüfus oranlarının, o canlı grubunun kalıtsal özelliklerinin, canlının hayatta kalması veya üremesine elverişli olup olmamasına bağlı olarak, değişmesi olarak tanımlanmaktadır. Yani bu işleyiş, kalıtsal özellikleri (genleri) dolayısıyla ortama uyum konusunda daha başarılı olan bireylerin (canlıların), hayatta kalabilme, ergenlik yaşına ulaşabilme ve üreme olanakları yönünden daha avantajlı olmaları ile birlikte, kalıtsal özelliklerini bir sonraki kuşağa aktarabilmeleriyle işleyen mekanizma olarak düşünülebilir. Ortama uyum sağlamada başarılı olamayan bireyler ise hayatta kalmayı ya da üreme yaşına ulaşmayı başaramayacak, dolayısıyla kalıtsal özelliklerini sonraki kuşaklara aktaramayacaklardır.
Burada dikkat edilecek husus, bireylerin hayatta kalmalarının yalnız başına evrimsel olarak bir şey ifade etmemesidir. Eğer taşıdıkları genler, gelecek döllere başarılı bir şekilde aktarılmıyorsa, diğer tüm özellikleri bakımından başarılı olsalar da, evrimsel olarak bu niteliklere sahip bireyler başarısız sayılırlar. Örneğin, kusursuz fiziksel bir yapıya sahip herhangi bir erkek, kısırsa ya da çiftleşme için yeterli değilse, ölümüyle birlikte taşıdığı genler de ortadan kalkar ve evrimsel gelişmeye hiç bir katkısı olmaz. Ya da güçlü ve sağlıklı bir dişi, yavrularına bakma içgüdüsünden yoksun ise ya da yumurta meydana getirme gücü az ise, popülasyon da (canlı varlıkların sayısal yoğunluğu, dağılımı/nüfusu) önemli bir gen frekansı değişikliğine neden olamayacağı için, evrimsel olarak başarılı nitelendirilemez. Demek ki; doğal seçilimde başarılı olabilmek için, çevre koşullarına diğerlerinden daha iyi uyum sağlamanın yanı sıra, daha fazla sayıda yumurta ya da yavru meydana getirmek de gerekir. (1) Tabi ki bu da gelişimde aynı zamanda çevre uyumunun önemini beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda Levrek balığı bulunduğu ortamda,beslenebildiği ve ürüyebildiği içindir ki, hayatta kalabilmiştir. Ya bulunduğu ortam, kimyasal atıkların yoğunlaşması ile yaşamını kısıtlayabileceği bir duruma dönüşseydi, bu drumda Levrek balığının bugüne kadar sağlıklı bir şekilde gelebileceği düşünülebilir miydi.
Çevre ve genler arasındaki diyalektik bağı gösteren en iyi örnek ise Kanser örneğidir. Basit anlamda Kanser, bir organ ya da dokudaki hücrelerin düzensiz olarak bölünüp çoğalması ile beliren kötü urların yol açtığı öldürücü bir hastalık olarak tanımlanır. “Kanser Esas olarak genetik yapıdaki bozulma, farklı yaşam biçimleri ve doğal çevre ( yani çevresel faktörler) üçlüsünün sonucu olarak ortaya çıkar. Yapılan çalışmalar Kanser’in ortaya çıkması ve belirti vermesinde, çevresel faktörlerin % 70 hatta 90 lara varan oranlarda rol oynadıklarını gösteriyor. Tek neden olduğu söylenen genetik faktörün rolü, yani genlerin kanser oluşumundaki rolü ise ancak % 10 ile 30 arasındadır.”(2)
Ayrıca çeşitli araştırmalara katılan bilim insanları, kanser türlerinin yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı biçimde farklı vakalar halinde ortaya çıktıklarını araştırma sonuçlarına eklemişlerdir. Bu bilgiler ve veriler ışığında değerlendirilecek olursak, kanser olgusunun da genel anlamda çevresel faktörlerle geliştiğini ve bu minvalde insanlık için çok önemli bir tehdit unsuru taşıdığını açıkça söyleyebiliriz. Nitekim Kapitalist’lerin siyanürle altın arama çabaları, ya da çeşitli bölgelerde rastlanılan kanser vakalarının o bölgelerdeki insanlar için yaşam kısıtlayıcı bir nitelik taşıması, kanserle gelen ölüm oranlarını arttırması şaşırtıcı değildir. Aksine kapitalistlerin bu anlayışla, bütün yaratılışçı teorilere destek vermeleri ve bu anlayış ile kar hırsları için evrim’e bilim’ e karşıt bütün olumsuzlukları destekleyecek olması, nitelikleri gereği çok doğaldır. Bütün bunlar Depremlerde yaşanan kayıpların, ya da tren kazalarında yitirdiğimiz canların arkasından “takdir-i ilahi” diyerek açıklamalar yapan hakim burjuva iktidarlarının ya da, bir ülkeyi işgal etmek için tanrı’dan emir aldığını ve onun temsilcisi olduğunu söylemek gibi ortaçağa yakışan düşünce tarzları geliştiren emperyalist odakların söylemleridir. Nitekim Bush, Tanrıdan aldığı buyrukla Irak’ı talan etmekte bir sakınca görmemekte, tanrı için çocuk katletmeyi kendisinde bir görev sorumluluğu olarak hissedebilmektedir.
Adeta insanların zekası ile alay edercesine süren bu faaliyetler kapitalizmin 21. yüzyıldaki Bilgi, teknoloji ve tüketim çağının bir yansımasıdır. Bu gün öyle bir hale gelinmiş ki ortaçağ kalıntısı düşünceler yoğun bir şekilde savunulur hale gelmiş, hurafe, büyü, sihir, peri vb. gibi anlamsızlıklar toplumun genel kesimini etkiler bir hale gelmiştir. 16 Mayıs 2006 tarihinde Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir haber bu duruma işaret ederken ( kaldı ki onlarda bu haberi popülerliğinden dolayı yayınlamıştır) bir yandan da Türkiye’nin bilimsel eğitim vermesi gereken kurumlarının da ne hale geldiğini sergilemek açısından oldukça öğretici bir habere yer vermiştir. Haberde Ankara 8. Aile Mahkemesinin bir üniversitede akademisyen olarak görev yapan birinin, eşini kendisine bağlamak için Avcılar Derneği’ n den yarasa kanı aradığı gerekçesi ile boşanmasına karar verildiğine dikkati çekiyordu.
Ülkemizde kendisini “bilime” adamış ve ellerindeki Levrek balığı fosili ile kapı kapı dolaşıp, evrime karşı anti tezler üretme sevdalıları varken, sanırız bu tür haberler daha da yoğunlaşacak, asgari ücretin artması için dilek ağaçlarına çaput bağlayanları görürken hiç şaşırmadan gülüp geçeceğiz.

Hiç yorum yok: